Anton Çehov çok büyük yazardır. Bir tiyatro insanı olarak buna karşı çıkmak olası değil.
Ama Martı adlı oyununun baş karakterlerinden biri olan Treplev’den nefret ediyorum. Bu net. Yanlış anlaşılmasın; harika yazılmış bir oyunun, olağanüstü çizilmiş bir karakteri. Mesele de burada zaten. Ben Treplev’i insan olarak sevmiyorum.
Okulda öğrenci iken derslerimize giren Çetin Tekindor Ustamla çalışmış, becerememiştim. Ama yapamadığım için değil. Treplev denen herifçioğlu harbiden nefretlik.
Nina’ya adam gibi “Seni seviyorum… gitme kal…” diyemeyecek kadar eylemsiz, korkak, pısırık, özgüven yoksunu bir adam oluşu beni çileden çıkarıyor. Demiyor da ne yapıyor? Nina gittikten sonra, paşam kendini öldürüyor. Biz buna şaşırıyor muyuz? Asla! Neden efendim? Çünkü Çehov’a göre sahnede duvarda bir silah asılıysa, mutlaka patlar.
Diyeceğin bir kaç sözcük a sersem.
Şimdi rica edeceğim, kimse bana “ama bastığı toprakları öptüğünü bile söylüyor. Aşkını da açıklıyor. Hatta kal da diyor o ikili sahnede” falan diye metin bilginliği yapmasın. Onu ben de gayet iyi biliyorum. Derdim, adam gibi aşkının ve arzusunun arkasında duramaması. Korkak ağzı ve titrek dudaklarıyla miyavlarcasına yarım yamalak kal demesi.
Bak paşam; ölecek kadar sevmek iş değil. Yaşayacak kadar sevebiliyor musun? Ondan haber ver. Asıl cesaret orada. Sevginin ve öz yaşamının arkasında durabiliyor musun? Her ne olursa olsun ama… aşkını, ya da işini, ya da şehrini, ülkeni hiç fark etmez; uğrunda yaşayacak kadar sevdin mi?
Zorunlu hallerde vatan uğruna ölmek anlaşılabilir ve kalan herkes buna minnet duyar, duymalıdır. Ancak yine de şaire katılmıyorum; “Toprak” eğer üstünde yaşayan varsa vatandır. Hiç kimse yoksa… toprak.
Yaa Anton emmi, ya da sizin oraların deyişiyle Azizim Anton Pavloviç Çehov, bundan bir kaç yıl önce Ankara’da yapılan Çehov günlerinde hemen bütün önemli oyunlarını peş peşe izleyince, sizi çözdüm ben. Tüm oyunlarınızda mutlaka bir doktor -ki asıl mesleğiniz-, bir yazma heveslisi -ki bilinen mesleğiniz- ve kesinlikle geçen bir kaç replik var…
– Moskova’ya gidelim.
– Ben bir Turgenyev ya da Dostoyevski değilim.
– Bizden 100-200 yıl sonra yaşayacak olanlar acaba bizim için ne düşünecekler. Onlar ne şanslı…
Vallahi azizim, Moskova’yı henüz görmedim.
Seni başka yazarla karşılaştırmak benim haddim değil.
Ama son soruna bir yanıt verebilirim. Sizden 100 – 200 yıl sonrakiler olarak biz, Romantik yıkımlarınızla ne kadar dalga geçsek de, büyük çoğunluğumuz hala yaşamın hakkını vermektense, duvara astığınız o lanet olası silahla haşir neşir oluyoruz. Bir de öğrenilmiş çaresizlik denen bir illete bulaştık ki bunu da yazdıklarınızla siz ve sizin gibiler mi bize bulaştırdınız hala sorgularım.
İşte böyle azizim Anton Pavloviç Çehov… yaşamayı beceremez, aşkınıza kal diyemezseniz,
bileğinizin gücüne güvenmek yerine, nemenem bir yazar olduğunuzu başka büyük yazarlarla karşılaştırılmanıza bırakırsanız,
Bulunduğun anı / günü yaşamak yerine 100 – 200 yıl sonra yaşayacak olan bizleri kafaya takar, bir de bizi kurcalar, allak bullak ederseniz, aha şu tepedeki resminizde olduğunuz şekilde, el şakakta, sonsuza dek Nasreddin Hoca’nın hindisi gibi düşünür durursunuz.
Bu da sizin lanetiniz olsun; hak ettiniz.
Eee, nasılsınız Anton?
* * *